"Kahvehane ve kıraathane " süreç içerisinde başlangıç hallerinden epey uzağa düşerek anlam ve içerik değiştiren iki kelime, iki mekân.
Bugünkü kavram dünyamızda kahvehane “Kahve, çay, ıhlamur içilen, oyun oynanan yer” olarak tanımlanır hâle gelmiştir. "Kıraathane" ise aslında “Müşterilerinin okumaları için gazete ve dergi bulunduran, geniş, temiz ve iyi döşenmiş kahvehane” demek olsa da günümüzde nüktedanlar dilinde, kahvehanelerin diğer adı sayılıyor.
Oysa kahvehaneleri kıraathanelerden ayıran en önemli özellik, kıraathanelerde okumaya, kültüre yer ayrılmış olmasıdır. Kahvehaneler, daha çok oyun oynayarak zaman geçirilen, çokça dedikodu yapılıp çoğu zaman da yasaklamalara neden olan, "fitne çıkarılan fesat yuvaları" olarak görülmüştür.
Araştırmacılar, ilk açılan kahvehanelere başlarda, "okumayı seven, zevk ehli" kişilerin gelip buralarda kitap ve gazete okuduğunu, satranç, dama gibi oyunlar oynadığını, sıklıkla da meddahların hikâye anlattıklarını söylemektedir. Yani kahvehaneler ve kıraathaneler başlangıçta benzer özellikler gösteren mekânlardı.
Günümüzde mahallelerin loş, dağınık, dışarı taşan kalabalık mekânları olarak her köşe başını tutan kahvehaneler asırlar boyunca cemiyetin ekonomik, sosyal, kültürel ihtiyaçlarını giderme yönünde önemli hizmetleri bulunan merkezler, bir nevi kamusal alana dönüşmüş mekânlardı.
Kahvehane tipi yerlerin ilk örneklerine XVI. yüzyılın başlarında Mekke, Kahire ve Şam’da rastlanıyor. Dönemin tarihçilerinden Âlî Mustafa Efendi’ye göre Arap coğrafyasında uzun zamandır bilinen kahvehaneler İstanbul’da 1553’te ortaya çıkmıştır. Yaklaşık bir asır sonra kahvehanelerin Osmanlı dünyasından Avrupa’nın Viyana, Paris, Londra gibi büyük şehirlerine taşındığı bilinmektedir. Bu nakilden dolayı kahvehanelerin Avrupa’daki örneklerinin adı da kahveden mülhemdir.
İstanbul'un gönül ehli, okur yazar kişilerinin toplantı yeri olan ilk kahvehanelere gelenler şair, edebiyatçı, bilimden, sanattan ve marifetten anlayan kişiler imiş. Her kahvehanede yirmi, otuz köşede meclisler kurulur, kiminde kitap okunup dinlenir, bazısında oyunlar oynanıp seyredilir, bazısında en yeni gazeller, kasideler coşkuyla okunur, bir kısmında ise son çıkan kitapların mütalaası yapılırmış. Hatta zaman zaman ayak takımından kimseler kahvehaneye gelir de bu yüksek kitlenin sohbetlerine takılır kalırsa şaşırılır, bilgi ve görgü seviyesi düşük bu zevatın ilgisi tuhaf karşılanırmış. Bu rağbet, kahvehanelerin sayısını artırmış.
Kahvehaneler o zamanlar, şimdiki gibi izbe, köhne yerler olmayıp çiçeklerle süslü bahçeleri, içinde fiskiyeler savrulan havuzları bulunurmuş. İstanbul halkı, bu kahvehanelerde kat kat fiskiyeli havuzun içinde döne döne serpilen suların karşısında, çevrede güvercinler kanat çırpıp hu hu'larla sırdaş olurken, toprak kaselerle kahveler içerler, sohbet ederler, bazen içlerinden biri bir kitap okur, diğerleri dinlerlermiş.
Sırf okumak isteyenlerin değil okuma bilmeyenlerin de bilgilenme kapısıymış kıraathaneler. Bir kitap ya da gazetedeki bir bölümü merak edenler kıraathanelerde kendilerine gönüllü sesli okuyucular bulabilirmiş. Bu yönüyle kıraathaneler, dönemin tanıkları tarafından “üniversite”ye benzetilirmiş. Kahvehanenin “okumuş” evladı kıraathaneler, müdavimlerini bilinçlendirmiş. Kâh yeni çıkan edebiyat eserlerinin kitleyle buluştuğu yer olmuşlar, kâh memleket meselelerinin vatan evlatlarına duyurulduğu yerler...
İlk kahvehaneler adeta bir sanat eseri gibidir. Ocaklar çiniden veya oyma tezyinatlı, nakışlı ağaçtan yapılırdı. Fincanların durduğu raflar, nişler, tahta işçiliğinin ve Türk süsleme sanatının en güzel örneklerinden birini teşkil ederdi. Kullanılan fincanlar kulpsuzdu. Ancak içindeki kahvenin sıcaklığıyla elin yanmaması için tahtadan, madenden yahut boynuzdan bir mahfaza içinde sunulurdu. Lüleci çamurundan yapılmış ve üzeri tezyinatla, beyitlerle süslü fincanların yanı sıra, İznik ve Kütahya’da yapılan çini fincanlar da kullanılmaktaydı.
Kahvehaneler farklı esnafların ortak dükkanıydı
Kahvehanelerin duvarlarındaki ustalık işi ufak dolaplarda, kahve takımlarının dışında birçok cerrahi aletin yanısıra usturalar, havlu ve peşkirler bulunurdu. Çünkü bu kahvehanelerinin pek çoğu aynı zamanda berber dükkânı; dişçi, sünnetçi veya cerrahtı. Kahveyle karıştırılmış limon suyunu, sülük çektikten sonra kanayan yere koyan da yine kahveciydi. Kellik, uyuz ve benzeri cilt hastalıkları için merhemler hazırlayıp satan da yine kahveciydi.
“Sarafim” yahut “Okçularbaşı” adını taşıyan kıraathanelere bilhassa Ramazan geceleri, Namık Kemal, Arif Hikmet, Hasan Suphi, Tevfik Paşa ve Ahmed Muhtar gibi devrin tanınmış şair ve ilim adamları toplanır, devrin meselelerini tartışırlardı. Bilinen diğer bir kıraathane de Mahmutpaşa Cami civarındaydı. Okçularbaşı ile aynı yıllarda açılmıştı. Buraya din adamları ve ulema devam ederdi. Müdavimleri arasında bilinenler Ali ve Hâfız Müşfik Efendiler, Abdi Bey, Edhem ve Bekir Sami Paşalar bulunurdu. Özellikle ünlü satranççılar, birbiriyle burada karşılaşırdı.
19. yüzyılda İstanbul’da gazeteler ve dergiler yayınlanmaya başlayınca, kahvehanelerde de bu yeni yayınlar okunmaya başlandı. Kahvehanelerde artık günlük gazeteler ve bazen haftalık, bazen de aylık olarak yayınlanan dergiler hazır bulunmaktaydı. Müdavimler de bunları takip ederek ülkede ve dünyada olan bitenlerden daha yakinen haberdar olmaya başladılar. Ayrıca bu dönemde yazar ve şairler için kahvehaneler eşsiz birer mekân haline geldi ve pek çokları buralarda kahve eşliğinde eserlerini yazar oldular. Edebiyat tarihimizdeki bazı akımlara öncülük eden kişilerin de kahvehanelerde buluşup fikri sohbetler ettikleri bilinmektedir.
Kahvelerden bahsederken, özellikle Ramazan'da ve kış aylarında faaliyet gösteren semai kahvelerini unutmamak gerekir. O çağlarda İstanbul’un hemen her büyük semtinde bulunan kahvelerde kış ve Ramazanlardan bir ay önce hazırlıklara başlanırdı. Önce kahvehane özel bir itina ile süslenirdi. Duvarlar yaldız çerçeveli, yangın kulelerinin, balıkçı kayıklarının resimleri ile bezenir, tavana boydan boya renkli kâğıtlardan yapılmış zincirler asılırdı. Kahvehane, tulumbacıların da uğrağı olan bir yerse, duvarlardan birinin göze çarpacak bir yerine, tulumbanın boru, fener, baskı kollarından biri bulundurulurdu.
Semai kahveleri, yıllarca, bitmek tükenmek bilmeyen uzun kış gecelerine ayrı bir renk katmış, sosyal hayata canlılık getirmiştir. Mahalleli, akşam yemeğinden sonra birer ikişer burada toplanmaya başlardı. Önce herkes kendi aralarında meselelerini konuşur, sonra renk renk kâğıtlar, yapma varaklı çiçeklerle süslenmiş özel sedirinin üstünde saz heyetini dinlerdi. Uzun bir fasıldan sonra ortaya bir halk şairi çıkar ve bir mâni söylerdi. İçinde bir muamma saklayan bu mâni, kahvedekileri düşündürür, bazen bir muammanın halli haftalarca sürerdi. Söylenen mâni, ağızdan ağıza bütün mahalleye yayılır, herkes bir cevap bulmaya çalışır, bu arada başka semtlerden gelenler de mâniyi çözmek için çaba sarf ederdi.
Şayet bütün Ramazan boyu, muammayı kimse çözememişse, son gece şair mânisini kendisi açıklar, gelenlere de teşekkür ettikten sonra kahveyi kapatırdı. Mânileri çözenler olursa, para, ipekli kumaş, şal gibi hediyeler ikram edilirdi. Bu kahvelerin en meşhurları Beyazıt’ta, Çeşmemeydanı’nda, Fatih’te, Tophane’de, Firuzağa’da ve Üsküdar’da Yeniçeşme’de bulunuyordu.
Haberleşme mekanı da oldular
Kahvehaneler tabiî ki hem de haberleşme merkezleridir.Kahvehaneler ilk haberleşme işlevini Kırım Savaşı’nda göstermiş, halkın savaş esnasında haber alma ihtiyacından “havadisçilik” mesleği bile doğmuştur. Havadisçiler, kahvehane müşterilerine savaşla ilgili gelişmeleri taze taze taşımışlardır. Bu havadisçiler, o dönem henüz devlet eliyle yapılan yazılı basına ek olarak özel basının gelişimine katkı sağlamış, Kurtuluş Savaşı döneminde ise Millî Mücadele’nin önemli birer parçası olmuşlardır.
Sayılan tüm eğitici rollerinden dolayı bir benzetme yoluyla ‘mekteb-i irfan’ hatta daha Farisi gelenekte ‘medresetü’l ulema’ olarak adlandırılan kahvehaneler günümüzde biçim değiştirerek işlevlerini sürdürmektedir. Bugün At Pazarı’nda, Cihangir, Sultanahmet’te muhtelif kültür çevrelerinden kişilerin buluştuğu çok sayıda kahvehane ve kıraathane mevcudiyetini sürdürmektedir.
Geçmiş ve bugün arasında adeta bir köprü vazifesi gören bu kahvehanelerin her birinin ayrı bir hikâyesi, ortak bir yaşam kültürü bulunmaktadır. Canlı ve dinamik birer kültürel mirası olarak yaşayan kahvehaneler önceki kimliklerine küçük atılımlarla dönüşler yapsa da bugün günümüz toplumunun özelliklerini yansıtan yerler haline gelmiştir.
Kültür ve gelenekleri ile arası açılmış bir toplum bu anlamda ne kadar cahilleşmiş ve geri kalmış ise kahvehaneleri de o kadar cahil ve geri kalmış mekânlar olarak şekillenir. Mesela günümüzde şiir okunan, kitap mütalaa edilen, spor veya güncel siyaset dışında bir konu etrafında düşünce derleyen bir mahalle kahvesi biliyor musunuz?